Off Canvas sidebar is empty

Kültür

BALKARYA GEZİSİ

Yemekler öyle uzun sürüyor ki, o sırada günlük işlerini de rahatlıkla yapabiliyor insan. Sözgelimi, ben para bozdurdum, Türkiye'deki maçların sonuçlarını öğrendim, ikinci devalüasyonun haberini aldım, iki kez alışverişe çıktım. Biraz daha abartsalar evlenip çoluk çocuğa bile karışabilirsin. Ne yaparsın ki âdet böyle. Haritaya baktım tabii Ben bu kez nedenini sormadan edemedim. "Bize gelen konuk üç gün üç gece yer içer, ancak ondan sonra sorarız neden geldin diye," dediler. Ama orta boy bir atlasta rastlamak mümkün olmadı. Aradığımı büyük bir atlasta bulabildim ancak. Nalçik adı, Gürcistan'ın biraz üstünde yer alıyordu ve ben gideceğim yeri biliyordum artık. Yine de biraz daha bilgiye ihtiyacım vardı. Kanşaubiy Miziev'in çevirdiği şiirlerden birkaç Balkar şairini tanıyordum hepsi hepsi. Ona daha fazlasını sormaya da utandım doğrusu.

Zaten Rusya Federasyonu'na bağlı bir Kabardin-Balkar Cumhuriyeti olduğunun farkında bile değildim ki, 12.500 km2'lik bu cumhuriyette 850 bin kişinin yaşadığını, ama Balkarlar'ın topu topu 100 bin kadar olduğunu, başkentleri Nalçik'in "nalcık" anlamına geldiğini, Elbruz Dağları'yla yarımay biçiminde çevrelendiği için bu adı verdiklerini daha önce merak edeyim. Neyse ki bu kadarcık bilgiyi zar zor da olsa edinince rahatladım biraz. Her şey bir yana, kafandaki haritada bile yerini üç aşağı beş yukarı kestiremediğin bir ülkeye gitmeye kalkmak, en gizemli düşsel yolculuklara nal toplatıyormuş meğer.

İyi bir oyuncu, masadan kalkacağı zamanı bilir, derler; bu sözün bir edebiyatçı için de geçerli olduğuna inandığımdan, yaşamın kurgusundaki olası sürprizlerin verebileceği heyecanın çekimine, daha yola çıkmadan kaptırdım kendimi. Düşünsenize, irili ufaklı birçok ulus yaşıyordu oralarda, birçok dil konuşuluyordu, binlerce şiir yazılıyordu, dostluklar gelişiyordu, Nalçik'in hemen yanı başındaki Grozni'de çarpışmalar sürüyor, bombalar patlıyordu. Daha ne olacaktı ki!..

Günlük tutma keyfini, hiç değilse İstanbul dışına çıktığımda yaşamaya kararlıyım ya, yanıma bir tomar da kâğıt aldım. Açıkçası ben Balkarya'nın keyfini çıkardım sayılır. Paylaşıp paylaşmamak size kalmış.

2.IV.2001

Uçağımız akşam yedide kalkacaktı, ancak on birde havalanabildik. Yine de şanslıymışız; öyle dediler!.. Böyle bir uçağa hiç binmemiştim daha önce. Küçücük ve ancak yarısına kadar koltuklar var, gerisi balya balya mal dolu. İnsanlar çantalarını, hatta bavullarını kucaklarına ve ara boşluğa yığdıklarından, koltuklarımızda kaybolmuş gibiydik neredeyse. Buna benzer bir otobüse yıllar önce askerden dönerken binmiştim, iki de keçi vardı balyaların arasında. Kime söylediysem inandıramamıştım. Bu durum daha inandırıcı. Ama 2 saat 20 dakikalık bir yolculuk için her şeyi mesele etmenin de âlemi yok!..

Ataol Behramoğlu, Hayati Asılyazıcı, Mehmet Özgül ve ben. Bir yolculukta ilk kez bir araya geliyoruz. İyi ki de gelmişiz...

Uçakta koyu bir sohbet tutturunca, bir de baktık ki Nalçik Havaalanı'ndayız. Asıl film de orada başladı zaten. Yağmurlu bir hava ve uçağın merdivenlerinin hemen dibinde Rus askerleri. El fenerleri de olmasa göz gözü görmez bir karanlık. Sanırım pardösümün de büyük etkisi oldu, kendimi 2. Dünya Savaşı Casablanca'sında filan hissettim. Neyse ki, ne tüfekler doğruldu üzerimize, ne de biz silahlarımızı çekip siper almak zorunda kaldık. Şaka bir yana, o anki atmosferin, bildik önyargıları beslemeye bu kadar müsait oluşuna şaştım doğrusu...

Ana binaya varmamız biraz zaman aldı. Miziev ile edebiyat ve tiyatro dünyasından bir grup insanın dost yüzüyle karşılaşınca pardösümü çıkardım hemen. Balkar denilince, ben Miziev'i tanıyordum bir tek. Şiir çevirileri gönderiyordu, elden bıraktığı da oluyordu ama oturmak değil de şöyle bir iki dakika ilişiveriyordu sandalyeye. En gerekli şeyleri bile rahatsız etmekten ödü kopar gibi, özür diler bir tonda söyleyen Miziev meğer yanlış bir örnekmiş. Konuşkan bir ulus çünkü Balkarlar, en sıradan bir mevzuyu önce sohbete, sonra da şölene dönüştürmeyi büyük bir hevesle başarıyorlar. Müthiş bir şey!.. Bavullarımızı tam üç saat beklediğimizin farkına bile varmadık.

Kafilemiz otelin kapısına geldiğinde saat sabahın altısı olmuştu. Otelimizin adı: Büyük Kafkasya. Odamda sıcak su, gömme banyo, buzdolabı, televizyon var. Benimse uykum...

3.IV.2001

Sabah kalktığımda ilk iş perdeleri açtım. Kırağı yemiş çam ağaçları selamladı beni. Buranın iklimi Orta Anadolu'ya benziyor: Kuru ve sert. Fakat kırağıya şaşırdım yine de. Meğer bu bir çam türüymüş. Gümüş çam diyorlar. Bu türü geliştirense bir Balkar. Büyük rağbet gören bu çam yüzünden devlet ödülü bile almış.

Kahvaltıya indiğimizde birkaç çeşit mönüyle karşılaştık. Hangisini seçersen seç bitirmen mümkün değil. Çorbadan sahanda yumurtaya, tereyağından is kokulu peynirlere, yoğurduna, sütüne; bir dolu yiyecek... Ortamsa bize hizmet edenleriyle gayet güzel!..

Yine de kendimi bir hayli "ecnebi" hissettiğim doğru. Yazılı olan hiçbir şeyi okumam mümkün değil çünkü. Kiril alfabesini, Boğaz'dan geçen kimi gemilerin adlarından tanıyorum, o kadar. Allahtan Ataol Abi ile Mehmet Özgül Rusça'ya hâkimler de, halimize tercüman oluyorlar. Bu duyguyu ilk kez yaşıyorum. Duvara toslamak gibi bir şey. Latin harflerine aşina olduğumdan, gittiğim ülkelerde sökebildiğim birkaç sözcük ile iletişim kurup yabancılık çekmiyordum. Harfler, birer simge olarak tanıdık geliyorlardı bana, hiç değilse kendi dilimin dolayımında el sıkışmışlığım vardı hepsiyle. Burada öyle değil; tek bir sözcük bile yanına kâr kalıyor insanın.

Mizievler geldiğinde, kaldığımız otelin bir sanatoryum olduğunu öğrendik. Yeşil Bölge'de bulunuyormuşuz ve daha pek çok sanatoryum varmış bu bölgede. Ama bildiğimiz sanatoryumlardan değil; gelmek için verem olmak gerekmiyor yani. Aslında herkesin her yıl böyle bir yerde dinlenip daha zinde olmak için belirli süre kalma hakkı varmış ama, bu bölgeye Sovyetler Birliği döneminde Politbüro üyeleri filan gelirmiş daha çok.

Biz daha ilk günden zindeyiz. Hep birlikte yola çıkıyoruz. Bugün "çiçek koyma" günümüz, fakat daha vaktimiz var. Lenin Caddesi'ndeki kitapçıya gidiyoruz önce. Asıl büyük duvara orada tosluyorum. Ne kitap adları bir şey ifade ediyor bana, ne yazar adları. Bir minik kitabın üzerinde Anna Ahmatova'nın adını söker gibi olunca hemen yapışıp bastırıyorum 40 rubleyi. 1 dolar 28 ruble olduğu için, hiçbir şey değil. Yine de bu fiyat, özel baskı fiyatı. Yoksa kalın kalın ciltli romanlar 20-25 ruble. İnceler 10 ruble dolayında. Mehmet Özgül de bayıldı kitapçıya, ama koca bir çanta dolusu kitap alan Ataol Abi oldu. Rusça kitaplar 30 bin basılıyormuş. Balkarcalar ise 500-750 adet arası. Kitapçı, okuma merakının giderek azaldığını söyledi. "Hele televizyon kanalları çoğalsın, siz o zaman görürsünüz," demedim.

Bir hayli kaldık kitapçıda. Çıktığımızda yemek saati gelmişti. Burada öyle ayrı ayrı sebze yemekleri yok. Et, tavuk ve balık ağırlıklı her şey. Sebze yemek istiyorsan çorbayı tercih ediyorsun. Patatesten havuca, maydanostan pırasaya, kerevize ve özellikle ete, sarmısağa kadar her şey mevcut çorbanın içinde.

Ve "çiçek koyma"ya başlıyoruz. Önce Kâzim Meçiev'in mezarına. Meçiev, Balkar şiirinin kurucusu sayılıyor. Aynı zamanda bir Karaçay-Balkar alfabesi icat edip uluslaşma sürecinde önemli bir adım atan da o; Çarlık Rusyası'na karşı mücadele veren, 1917 Ekim Devrimi'ni destekleyen, Stalin'in emriyle halkıyla birlikte sürgün edilen, 1945'te sürgünde öldükten tam 32 yıl sonra mezarı bulunup Nalçik'e getirilen de.

Ardından Meçiev'le 19. yüzyıl sonlarında yaşamış olan Kabardin şair Paçev'in yan yana duran büstlerine bırakıyoruz elimizdeki çiçekleri. Daha sonra yine Kabardin şair ve yazarı Şogensukov'un heykelinin bulunduğu yere gidiyoruz. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar tarafından öldürülmüş.

Son olarak da Balkarlar'ın en ünlü şairi Kaysın Kuliev'in heykelinin dikileceği yere gidiyoruz çiçek koymak için. Müze olan evini de merak ediyoruz tabii. Kâzim Meçiev, Balkarlar'ın Dede Korkut'uysa Kuliev de Nâzım Hikmet'i. Şiirleri 120 dile çevrilmiş. İkinci Dünya Savaşı'nda gönüllü olarak savaşmış. Üstelik paraşütçü. Göğüs göğüse çarpışmış cephelerde. Stalin döneminde kendisine ayrıcalık tanınmasına karşın kabul etmeyip halkıyla birlikte sürgüne gitmiş. Müzesindeki bütün fotoğraf albümlerinin üzerinde "asker ve şair " yazan Kuliev'i anlatmak ayrı bir iş.

Akşam yemeğini otelde yiyoruz. Upuzun bir sofra ve üzerinde sanki kuş sütü bile var. Sofra adabı bizimkine hiç benzemiyor. En başta, her sofranın bir Tamata'sı var ki, masanın tek hâkimi. Bir de yardımcısı oluyor, o da yemek boyunca pür dikkat boşalan, eksilen bardakları dolduruyor. Öyle ki, herhangi bir votka kadehi bir yudum bile eksilse, gözünden kaçmıyor.

Sofraya oturduktan sonra Tamata'nın kontrolündesiniz artık. Önce yemeği başlatan konuşmayı yapıyor ve ilk tost vuruluyor. Sonra sırayla kişileri tek tek tanıtan konuşmalar yapıyor ve herkese tek tek söz veriyor. Her konuşma sonunda mutlaka birer tost daha... Basit bir hesapla, 20 kişilik bir sofrada 40 tek votka içiyorsunuz ister istemez. Kaytarmak yok, ortadan kaybolmak da. Tuvalete gitmek için bile Tamata'dan izin almak zorundasınız çünkü. Yemeği sona erdiren de yine o. Bence her şeye rağmen iyi bir âdet. Bizde meyhanelerde ilk yarım saat sonra konu dağılır, bir saat sonra da insanlar. Bu sofrada böyle bir şey mümkün değil. Bir kere, herkes söz aldığı, günün anlam ve önemine uygun ama kimliğini de yansıtan bir konuşma yapmak zorunda olduğu için dimağını hiç bulandırmamak zorunda. Bu yüzden sofrada herkes tabanca gibi. Tabii biraz belagat, hamaset de karışıyor işin içine. Yine de, bize çarpıcı gelen o kadar laf ediliyor ki. Sözgelimi, Magomet Mokaev'in sözleri: "Milliyetçi ile yurtsever arasında fark vardır. Milliyetçi ülkesinin düşmanlarını; yurtsever ise dostlarını arttırır." Gecenin sürprizi ise Ataol Abi ile benim şiirlerimin Rusça ve Balkarca çevirilerinin okunması oldu.

4 Nisan 2001

Dikkat ettim, ilk iki gün bizi hiç yalnız bırakmayan dostlardan söz etmemişim. Varlıklarıyla bizi turist olmaktan kurtardılar halbuki: Zeytun Tolgurov (Yazar, Kabardin-Balkar Devlet Üniversitesi Balkar Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı), Alim Toppeev (şair, yazar, oyun yazarı, eleştirmen Kabardin-Balkar Yazarlar Birliği Eşbaşkanı), Salih Gurtuev (şair), Asker Doduev (şair, Devlet Televizyonu Balkar Yayınları Sorumlusu), Mutalip Beppaev (şair, Zaman gazetesi yayın yönetmen yardımcısı), Magomet Mokaev (şair, Mingitav dergisinin genel yayın yönetmeni), Muharbi Kalabekov (Balkar Tiyatrosu Genel Müdürü), Jamal Attaev (Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni), Sakinat Musukaeva (şair, Elbruz Yayınevi Editörü), Balkar Dili ve Edebiyatı Profesörü Tamara Hanım ve elbette Tanzila Zumakulova (şair, Kafkasların Safo'su). Bir de Miziev'in kardeşi Zarif var ki, her an yanımızda olduğundan zaten bizden biri gibiydi.

Zaman, Balkarlar'ın en önemli günlük gazetesi. Tirajı 4100. Mingitav dergisinin tirajı ise 950. Nüfusları 100 bin dolayında olan Balkarlar'ın 950 satan bir edebiyat dergileri olması ne güzel!..

Kabardinler'den söz etmedim. Onların nüfusu 380 bin dolayında. Çerkes kökenliler. Rusya Federasyonu'nun şemsiyesi altında kardeş kardeş yaşıyorlar. Nüfusun gerisini ise Rus, Ermeni, Gürcü, Yahudi, Çeçenler oluşturuyor.

Sabah bu kez bir polis arabası düştü önümüze. Küçük bir kortej halinde Nalçik caddelerinden hatırlı kişiler olarak geçtik. Zaten burada adımız "Bahalı Konaklar "... Konuklarına kıymet veren insanların arasındayız ne de olsa. Bugünkü menzilimiz Çegem Vadisi... Kenje, Yaniköy, İlâçınkaya, Aşağı Çegem, Huştosırt'ı geçtik, yemek molasını Çegem Şelalesi'nde verdik. Hava burada biraz daha sert ama nem olmadığı için çok rahatsız edici değil. Bu havada, yün eğirip bere, çorap ören yaşlı kadınların sabahtan akşama kadar tezgâhlarının arkasında bir hırkayla oturup müşteri beklemeleri yine de şaşırtıcı.

Yemekte herhangi bir sürpriz yok: Bol et ve bol hıçın. Hıçın, geldiğimizden beri hangi sofraya otursak çeşit çeşit karşılıyor bizi. Balkarlar\'ın geleneksel yemeği çünkü. Küçük bir tepsi ölçüsünde gözlemeyi düşünün, ama daha yumuşak ve yağ damlayanını. İşte ona benziyor hıçın. Dörde bölünmüş olarak ve kat kat geliyor sofralara. Biz patatesli-peynirli ve kıymalısını yedik, fakat 50 çeşidi varmış; çileklisinden ısırgan otlusuna kadar. Bir de hamuru ne kadar ince açılmışsa, o kadar makbulmuş. Biz hep makbullerini yedik gittiğimiz evlerde. Hıçını iyi açamayan gelinin damat evinde pek itibarı olmazmış çünkü... Yemek molasından sonra kafilemiz Kaysın Kuliev'in köyü Eltübü'ye doğru yola çıktı. Her gittiğimiz yerde mutlaka bir kız, bir erkek ellerinde tuz ve ekmekle bizi karşılıyor. Bazen ayran, bazen de boza ekleniyor buna. Bozaları bizdekine benzemiyor, ılık ve acı bir tadı var.

Kuliev'in doğduğu evi gezdik. Bildiğimiz bir köy evi. Sırtını Elbruz Dağları'na vermiş, ıssızlığıyla başbaşa... Köy yakınlarında gösterdikleri mezar-evler ilginçti. Kolera Evleri diyorlar. Koleraya yakalananlar gider oraya kapanır, sağ kalanlar köye dönermiş sonra.

Yolumuz daha bitmedi: Yukarı Çegem'e doğru yola çıkıp Bulungu köyüne varıyoruz. Önce Bulungu İlkokulu'nun sunduğu müzik, dans ve şiir gösterisini izliyoruz. Burası köy ama böylesine dikkatle kurgulanmış bir gösteri keyif verdi hepimize. Sofraya geçtiğimizde ister istemez biraz irkildim, yüzden fazla insan vardı ve herkes söz alırsa ne olacaktı halimiz? Bu kez Tamatamız Çegem ilçesi vali yardımcısı. (Burada köylerin bile muhtardan başka, bir de valisi var).

Daha önceki yemeklerde iki tost arasında birkaç lokma yemek yeme şansımız vardı, bu kez tost'lar daha tempolu. Nedenini soruyorum. Vali yardımcısının yanıtı güzel: "İki tost arasından hançer bile geçmemeli."

Okul töreninde bize armağan edilen haşlanmış kuzu, masamızda başköşede duruyor. Gelin gibi de süslemişler. Çok hatırlı konuklara armağan edilirmiş yalnızca. Onu yemeye sıra ne zaman gelecek diye beklerken, sofraya bizim şerefimize kestikleri ineğin etleri geldi. Herkesin önüne birer et dağı düştüyse de ben yine yiyemedim tabii. Bıçak isteyince kocaman bir ekmek bıçağı getiriyorlar, elime sığmıyor bile. Herkes gibi bıçağımızı yanımızda taşıma alışkanlığımız da olmadığından ben kendi payıma etleri daha çok seyrettim sayılır.

Yemeğin sonunda bir de baktık Tamata'nın önüne, kesilen ineğin kafasını getirdiler. Tamata\'nın kafayı pay edişi de güzel: Sakiye kulağını verdi, kadehlerin ne kadar boşaldığını çınlamasından anladığı için; Miziev'e gözünü verdi, başarılı çalışmalarından dolayı; Salih Gurtuev'e burnunu verdi, şiirin kokusunu almaya devam etsin diye. Kendisi ise beynini aldı. İhtiyacı varmış!

Şimdi, Miziev'in başarısı ne diye sormanız doğal. Bu konuda daha tek kelime etmediğimin farkındayım. Tek başına Balkar edebiyat ve kültürünü Türkiye'de tanıttı. Bununla da kalmadı, kendi çabalarıyla Türkçe bir Balkar Şiir Antolojisi yayınladı. Bu o kadar mutlu etmiş ki Balkarlar'ı, Miziev'in 50. yaşına girecek oluşu resmi bir hüviyet kazanmış Balkarya'da. Hazırlıklarıyla devlet yetkilileri bizzat ilgileniyor neredeyse. Bizim konukluğumuz da bu nedenle zaten.

Sonunda geç bir saatte sofradan kalkabildik. "Gelin"i de elimize tutuşturdular. Adet böyleymiş. Biz de Hayati Abi'nin odasına yerleştiriverdik güzelce...

5.IV.2001

Hayati Abi'nin iki gün önce ayak başparmağının tırnağını söktüler. (Burada sağlığımızla da yakından ilgileniyor herkes). O yüzden dikkatli yürüyor. Ama neşesinden bir şey eksilmiş değil. Yalnızca bu sabah kahvaltıya biraz tedirgin indi. Kat görevlisi tuhaf tuhaf bakmış, kuzuyu görünce. İçimizde geceyi bir "gelin"le birlikte geçiren yalnızca kendisinin olduğunu söyleyince neşesi yerine geldi hemen. Hayati Abi'yle karşılıklı iki laf edip birlikte dolaşmak şans oldu benim için: Kullandığı her sözcüğü hayatla tokuşturuyor, hem de pek zarifane. Bunun tiyatro ilgisinden beslendiği açık ama asıl mizacından kaynaklanıyor. Yoksa kıpır kıpır, sevinçli bir yüzü, bir maske gibi taşıyamazsın 70 yıl.

Programa bakıyoruz: Asker Doduev'in televizyonda Yazar ve Zaman programının konuğuyuz önce. Zaten hem televizyon, hem de Zaman gazetesi adım adım izliyor bizi. Her sabah televizyonda görünüyoruz mutlaka. Dışarı çıktık. Geldiğimizden beri yağan ve bir başladı mı günlerce, haftalarca kesilmediği söylenen yağmurdan eser yok. Üstelik güneş de tepemizde.

Bugün kafilemizde bir de konuğumuz var: Kafkasların Safo'su Tanzila Hanım.

Televizyon sohbeti sırasında tek bekâr ben olduğum için canlı yayında rakipsiz bir biçimde Potansiyel Balkar Damadı ilan edildim. Ben bu gururla tam havaya girecektim ki, Tanzila Hanım her şeyi berbat etti. Burada "Eşeğin yoksa damadın da mı yok, " diye ünlü bir deyim varmış...

Daha sonra iki sanatçıyı dinlettiler banttan. Genç olanı Alim Gazaev. Türkiye'ye de gelmiş. Asıl ötekisi etkileyici: Omar Otarov. 85 yaşında bir halk şarkıcısı. Israr etmişler ama o gelmemiş Türkiye'ye. "İneğimi kim sağacak?" demiş. Aklıma Neruda'dan okuduğum ineğiyle gezen Venezuelalı şair geldi. Onu anlattım. En çok Tanzila Hanım güldü. Hem de katıla katıla.

Arada bir biz de espri patlatıyoruz ama Alim Töppeev'in eline kimse su dökemeyecek gibi. Dünyaya neşeyle bakan bir adam. Laf yarıştırılacak gibi değil. Hele her tost yapışta bir "Amin Allah" deyişi var ki, taklidi mümkün değil. Birisi sözünü bitirip içki kadehleri havaya kalktığı anda "amin" sesleri yükseliyorsa da Alim Bey gibisi yok.

Dikkatimi çeken bir başka şey de geldiğimiz günden beri hiç ezan sesi duymamak oldu. Hoş, cami de görmedim ya. Cami varmış ama. Yapımı sürüyormuş, yanlış anlamadıysam. Gerekçe olarak da Sovyetler Birliği dönemini gösteriyorlar. İyi de 10 yıl olmuş o dönem biteli!..

Gerçi burada zaman ağır akıyor. Asude bir akış. Dingin. Durup ince şeyleri düşünmek istiyorsan kimse ilişmiyor sana.

Bu işi biraz daha kurcaladım. Balkarlar Müslümanlığı kabul edeli 200 yıl kadar olmuş. Ondan önce Raubazı ağacına tapıyorlarmış. Öyle ki, en son ağaç 1912 yılında kesilmiş. Evlerde dallarını saklayan aileler varmış hâlâ. Şimdi de, "Allah seni korusun, ağaç beni korur," diyenlere rastlanıyormuş. "Ben de bir dal isterim," dedim, oralı olmadılar. Oysa balkonuma dikecektim. Tutar mıydı, tutmaz mıydı Allah bilir!..

Sonunda Kuliev'in dağlarından topladığım dikenleri götürmeye karar verdim İstanbul'a.

Televizyon binasından çıkınca, çarşı pazar görelim dedik. Hükümet nezdinde davete icabet edince kafilenin dışına pek çıkamıyor insan. Yok, sıkıcı değil, yine de insanların arasına karışmak geliyor içimizden. Neler alıp neler satarlar; nasıl davranır, nasıl konuşurlar? Merak işte!..

Buranın en önemli -Hayati Abi'nin deyişiyle- "suvenir"i hançer, boynuz ve matruşka bebek. Fiyatlarını işçilikleri belirliyor. 150 rubleden 5000 rubleye kadar boynuz var, hançer de öyle. Sigara 4 rubleden başlıyor, Marlboro 20-25 ruble arasında. Ekmek 4-5, litrelik kola 15, peynirin kilosu 50, çiçeğin demeti ise 400 ruble. Ücretlerin en fazla 60 dolar olduğu bir ülkeye göre bana pahalı geldi her şey. Sokakta konuştuğum insanlar da benim gibi düşünüyorlar. Ve hayret, neredeyse herkes Sovyetler dönemini özlüyor. O zamanlar mal pek yokmuş ama para varmış. Şimdi ise tam tersi. Kimileri yönetimden de şikayetçi. "Polislerin yarısı haydut, haydutların yarısı polis şimdi," diyen bir tezgâhtara çok itibar etmedim. Abartıyordu mutlaka. Türkiye'de bile o kadar değil.

Saat üçte Kâzim Meçiev Kütüphanesi'ndeki törene gideceğimiz için turumuzu yarıda kestik. Toplantı altıda bitti. Her konuşmayı eksiksiz anladım sayılır. Çevirmen bir kız, kim söz alsa, ne söylediğini güzel güzel çevirdi bize. Sıra tok sesli bir adama geldiğinde hiç sesi çıkmayınca, adamın neler söylediğini sordum. "O general." dedi yalnızca.

Toplantının ardından her zamanki gibi yemek faslı başladı. Yine bir hayli kalabalıktı sofra. Bu kez kararlıyım, Tamata filan dinlemeyip kısa turlara çıkacağım dışarda. Bulunduğumuz semti -cadde işlek, dükkânlar açık olduğundan- gözüme kestirdim çünkü.

Yemekler öyle uzun sürüyor ki, o sırada günlük işlerini de rahatlıkla yapabiliyor insan. Sözgelimi, ben para bozdurdum, Türkiye'deki maçların sonuçlarını öğrendim, ikinci devalüasyonun haberini aldım, iki kez alışverişe çıktım. Biraz daha abartsalar evlenip çoluk çocuğa bile karışabilirsin. Ne yaparsın ki âdet böyle. Ben bu kez nedenini sormadan edemedim. "Bize gelen konuk üç gün üç gece yer içer, ancak ondan sonra sorarız neden geldin diye," dediler.

Ataol Abi, dayanamadı, "Yahu" dedi, "söz almak için üç gün bekleyecek miyiz yani?"

Soframızda bu akşam iki önemli ses sanatçısı da var: Galina ve İrina Hanımlar. İkisi de büyüleyiciydi. En fazla büyülenenimiz Mehmet Özgül olduğu için yer değiştirdim onunla. İrina Hanım'la sohbeti Rusça koyulaştırsın diye. Mehmet Özgül, farklı biri. Tertemiz ve dürüst. Ama çevirdiği Rus klasiklerinde yaşıyor gibi.

Yemek ona doğru bitince, ne yalan söyleyeyim bir oh çektim. Pek bir işe yaramadı gerçi. Tam kapıda vedalaşıyorduk, ki o da en az yarım saat sürüyor, çay faslı için hep beraber geri döndük salona.

Şarkılar, danslar derken, on iki gibi Hayati Abi'yle ben pes ettik. Hayret, Tamata da pes etti. Durumu izah etmeye çalıştım Ataol Abi'ye ama öylesine kaptırmıştı ki kendini şarkılara, "Ben kalıyorum," dedi. Tamata'nın paltosunu bile giydiğini söylediysem de istifini bozmadan son noktayı koydu: "Olsun, değiştiririz Tamata'yı!..."

6.IV.2001

Kahvaltıda tam kadroyuz yine. Kabardin-Balkar Yazarlar Birliği Başkanı Haçim Kaufov, "Odanızdaki misafiri bugün ben de televizyondan öğrendim," deyince Hayati Abi tavrını koydu, "gelin"i otelin buzdolabına yollamak zorunda kaldık.

Bugünkü yolculuğumuz Elbruz Dağları'nın doruğuna. Yol üzerinde Tırnavuz şehrinde zorunlu yemek molası verdik. Zorunlu diyorum, geleceğimizi haber alan semt, köy, kasaba, şehir sakinleri yemek yedirmeden bırakmıyor çünkü. Üstelik burası sadece Balkarlar'ın yaşadığı tek şehir. Madenci şehri. Volfram ve Molibden üretiyor; Rusya'nın %70 ihtiyacını karşılıyormuş.

Yemek sırasında Tamatamız Alim Bey'di. Tanzila Hanım'ı bir övdü bir övdü ve sözünü şöyle bağladı: "Tanzila o kadar misafirperver ki, çamaşır bile değiştirmeden her yere koşuyor." Tanzila Hanım'ın tepkisi ise sert oldu: "İftira!.."

Tırnavuz, Tanzila Hanım'ın doğum yeri aynı zamanda. Alim Bey hepimize daha ilk günden birer ad takmış; Ataol Abi'ye Atabol, bana Tavkuş, Hayati Abi ve Mehmet Özgül'e de Muallim'i uygun görmüştü. Hayati Muallim, Mehmet Muallim güzel de, Tavkuş'u sonunda sordum. Dağ kartalı demekmiş. Sakalım var ya. Koca Balkarya'da sakallı bir tek kişi gördüm, o da tiyatro oyuncusuydu. Burada sigara içeni de parmakla gösteriyorlar. Gerçekten!..

Ataol Abi, Atabol denilmesine bu kez itiraz etti. Fakat ikna edemedi kimseyi. Alim Bey "Ataol, kör bıçağa benziyor," dedi. "Atabol'sa iki yanı keskin hançer gibi."

Ataol Abi de kartala kuş denilmesine karşı çıktı. Kuş neydi ki kartal sözcüğünün yanında. Sonunda Atabol ve Kartal'da anlaştılar. Şu yemek meselesini tutturdu diyeceksiniz ama Balkar kültürünün anahtarı olduğu da bir gerçek.

Sofrada yaşça ve başça en saygın kişi Tamata oluyor ya, Alim Töppeev gibi Zeytun Bey de zaman zaman Tamatalık yaptı bize. İkisi her sofrada sürekli yan yana oturuyor zaten. Fakat biri üst üste iki kez Tamata olamıyor. Sıraya koymuşlar. Çünkü hangisi Tamata olsa, diğerini mutlaka cezalandırıyormuş, hem de birkaç kez. (Zeytun Bey, ağırbaşlı ve sakinse de, o da az değil yani). Her cezada ayağa kalkıp votkayı fondip yapmak zorunlu. Yine de bu cezanın en hafifi. Sofraya geç geldiyseniz yandınız... Ağzınızı bile açamıyorsunuz. Tamata'dan zılgıtı yiyip sessizce votkayı dikiyorsunuz. Yeniden dolduruluyor kadehiniz, onu da içince sofraya oturabiliyorsunuz. Ancak o zaman adam olunuyormuş!..

Elbruz Dağları'nın eteklerine geldik gelmesine de, yoğun sis yüzünden doruğunu görmek kısmet olmadı. Zaten, neredeyse eteklerinden başlayarak karla kaplı ve kimi yerlerinde buz kalınlığı 60 metreyi buluyormuş. Ataol Abi'yle teleferikle çıkmaya heveslendik, onun da saati uygun değildi. Yemekte Tanzila Hanım söz aldığında, "Elbruz Dağı bir gelin gibi yüzünü örttü." dedi. "Bir daha gelişinizde açacakmış." Böyle davete can kurban!..

Bir şeye dikkat ettim; evlerde, caddelerde, dağlarda, hatta yiyeceklerde hep bir is kokusu var. Tanımadığım bir koku. Önce yadırgadım, sonra bayıldım...

Akşam Balkar Tiyatrosu'nun bir oyununu izleyeceğimiz için yola erken çıktık. Tiyatro üzerine laf söyleyecek değilim de, izlemeye elinde filesiyle gelen insanların bile olması keyif verdi bana. Sözlü kültürle yazılı kültürün ortasında bir yerde Balkarlar; hatta söz daha baskın diyebilirim. Konuşurken herkes şair sanki.

Akşam yemeğinde tiyatrocular da vardı. Tamatamız ise Salih Gurtuev. Türkiye'ye de gelmiş birkaç kez. Balkarların her şarkıcısı mutlaka onun şiirlerinden birer şarkı okuyor. Öylesine itibarlı. Kendisi ise bilip de bilmezden geliyor. Şair ne de olsa.

Biz on bir gibi yemekten kalktık. Bu kez Hayati Abi, tiyatrocu dostlarıyla birlikte ya, "Ben kalıyorum," dedi.

Ertesi gün öğrendiğimize göre, Tamata'nın uykusu gelince görevi Hayati Abi devralmış, "Saat dörde doğru yetkimi kullandım, yemeği sona erdirdim" dedi. Adı hâlâ Hayati Muallim de, Tamata Hayati diyenler de var artık.

7.IV.2001

Bugün yolumuz Lermontov'un düelloda öldüğü kente doğru. Halis Rus topraklarına ayak basacağız yani. Piyatigorsk, 180 bin nüfuslu; Stavropol eyaletine bağlı. Doğal tedavi merkezleriyle ünlüymüş. Arabadan iner inmez o kadar güzel ve çok kızı bir arada görünce şaşırdım. Meğer kız enstitüleri kentiymiş aynı zamanda.

Önümüzde yine polis arabası var, arabamızı ise sınırı geçeceğimiz için her ihtimale karşı Balkar Eğitim Bakan Yardımcısı kullanıyor. İlk karşılaştığımızda bir politikacıyla yan yana gelmek irkiltti beni, belki kravatındaki tilki desenleri yüzünden yaşadım bu duyguyu ama sohbet edince anladım, o da bizim Balkarlar'dan biri.

Bir Balkar, üstelik parlamento üyesi, TV'de bir konuşma sırasında kalkmış "Bütün Türkler Balkar'dır," demiş. E, ne var bunda diyeceksiniz. Ama şunu da eklemiş: "Irak'a gittim. Baktım ki Saddam Hüseyin'de Balkar."

Ulusal bilinç kantarının topuzunu kaçırırsan, nerede yaşarsan yaşa işin iş demek ki.

Lermontov'un yaşadığı evi çok iyi korumuşlar. Müze zaten. Ama bu kadar malzemeyi, böylesine titizlikle korumaları saygı uyandırdı bende. Yalnızca eşyalar değil, evi ve bahçesini de bakımlı tutmuşlar bugüne kadar. Lermontov'u düelloda öldüren Martinov öyle katil suratlı biri değil.

Hatta orjinal resminde sevimli biri bile denilebilir. Piyatigorsk'a doğru yola çıkan Lermontov, Martinov'un da orada olduğunu öğrenince pek sevinmiş. Çocukluk arkadaşıymışlar zaten. Şakacı Martinov, "hisli" Lermontov'u bir şekilde kızdırınca, o da aşağılamış arkadaşını. Ve düello.

1815-1875 yazıyordu Martinov'un resminin altında. Lermontov'un öldürdükten sonra 34 yıl rüyalarında neler gördü kimbilir?

Akşam Tanzila Hanım'ın evindeyiz. Hasanya kasabasında. Yine, yine, yine yemek yiyip sohbet edeceğiz. Tanzila Hanım hiç oturmuyor. Bumbara benzeyen Sohta'dan güneşte kurutulmuş dana eti Kaket'e, işkembe içinde pişirilen karaciğer Jaubaur'a kadar Balkar mutfağının en gözde yemekleriyle tanıştırdı bizi. Sonra da kitaplarıyla ve anılarıyla.

8.IV.2001

Asıl gün bugün. Miziev'in doğum gününü doğduğu köyde kutlayacağız. Fakat önce Başbakan Hüseyin Çeçenov'la makamında sohbet edip çay içtik.

Daha sonra Miziev'in köyüne doğru yola çıktık. Yaniköy'e vardığımızda önce Miziev'in ailesi sofrasıyla karşıladı bizi. Burada papaklı, kasketli insanlara da rastladım. Balkarya'da herkes ya melon, ya da fötr şapka takıyor sanıyordum. Tamatamız Demirci ustası Macit Jazaev'in açılış konuşmasında söylediği şiiri dinlerken, Orhun Yazıtları'nı dinliyormuş gibiydik hepimiz. Sonra hep birlikte okula gittik. Bir tören, bir şenlik ki, anlatılır gibi değil. Balkarya'nın önde gelen şarkıcıları, tiyatrocuları nefis bir program sundular. Beni en çok gençlerin Break dansı şaşırttı. Bu köyde herkes her şeyi biliyor!.. Program bittiğinde yemek faslı da eğlenceli geçti. Sazla sözle, şarkıyla türküyle düğün salonuna çevirdik yemek odasını. Biz otele döndüğümüzde saat kaçtı hatırlamıyorum ama yemek sabah yediye kadar sürmüş kesintisiz.

9.IV. 2001

Bana kalsa dönmeye hiç niyetim yok. Bir haftada ne dizimin ağrısı kaldı, ne de gerginliğim. Şarkı bile söylemeye başladım. "Buraya gelmek güzel olduğu için gidiyorum, ona göre" dedim vedalaşırken. Ve Mutalip Beppaev'e baktım tabii. Bilmediğimi sanıyor ama kendini öne çıkarmaktan kaçınan o sakin tavrına karşın bütün bu etkinlikleri kotaran kişinin kendisi olduğunun farkındayım elbette.

Biz uçağı beklerken, yine herkes oradaydı. Yarım elma gönül alma armağanlarıyla birlikte. Gönlü bol insanlar şu Balkarlar. Niye İstanbul'a davet etmeyeyim ki?..

____________________________________________________

Enver Kaplan, "Balkarya Gezi", Varlık Dergisi, 2001
____________________________________________________

kamatur.org

Karaçay Malkar Türkiye

Login

{loadmoduleid ? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:261 ? ? ? ? ? ? ? ? ? ?}